Kur’an’ı gece okuyacağız. Gece Kur’-an’la beraberlik kuracağız.
Kitabımızın Müzzemmil sûresinin beyânıyla Kur’an’ın anlaşılabileceği en uygun okuma zamanı gecedir.
“Şüphesiz, gece kalkışı daha tesirli ve o zaman okumak daha elverişlidir.”
(Müzzemmil 6)
Rabbimiz elçisine buyuruyor ki; ey peygamberim, sana ağır bir söz nakledeceğiz; o halde sen de bu ağır sözü, bu ağırlığı olan, değeri olan sözü, hazmedebileceğin, kavrayabileceğin, özümseyebileceğin bir ortamda onunla ilgilen. Bir gece ortamında onunla ilgi kur, onu o ortamda okuyup öğrenmeye çalış. Çünkü gece kalkış, gece ayakta oluş, gece neşesi, gece neşatı, ya da gece uyanıklılığı hem kişinin oturumu, uykusuzluğu, uyanıklılığı, dikkati, hem de sözün kıyamı, sözün kıvamı için çok daha hoş, çok daha elverişli bir ortamdır.
Demek ki Kur’an’ı anlayabilmek için yapılacak iş, gece kalkıp Kur’an’la beraberlik kurmak, vahiyle ilgi kurmak, Allah’la diyalog kurmaktır. Yatsı namazını kıldıktan sonra hemen yatacağız, bir süre uyuduktan sonra kalkacağız, Kur’an’ı elimize alıp anlamak üzere ağır ağır, düşüne düşüne okuyacak, tüm benliğimizle, tüm himmet ve dikkatimizle mânâya nüfuz etmeye, murad-ı İlâhiyi kavramaya çalışacağız. Her gece yapamazsak bile hiç olmazsa bari kendimizin olduğu geceler erken yatmalıyız. Ama birilerine kiralanmışsak, birileri hayatımıza müdahil olmuşsa, birileri dünyamızı parsellemişse veya sayım var da içtimaa zorlamışlarsa bizi, o zaman da ne yapalım gardiyanlardan izin falan demediğimiz gecelerde birer ikişer kalkalım inşallah. Kalkalım ve Rabbimizin kitabıyla diyalog kuralım. Çünkü gece, anlamak için, kavramak için, uyanıklık için en hoş ortamdır.
Eğer Kur’an’ı anlamayı, Kur’an’ın esrarının bize de açılmasını, Kur’an’dan mesaj almayı, Rabbimizle konuşmayı ve Rabbimizin bize yol göstermesini istiyorsak, eğer neşem yerinde olsun, neşatım açık olsun, anlayışım, kavrayışım açılsın istiyorsak, eğer Allah’la beraberliğimizden zevk almak istiyorsak, çaresiz gece kalkacak ve Kur’an okuyacağız. Kesinlikle söyleyebilirim ki, şu kanalizasyonlardan kurtulup da, şu şeytan vahiylerinden yakamızı kurtarıp da biraz erken yatıp, gece kalkabilseydik, kalkıp Rabbimizin vahyiyle irtibata geçmeyi becerebilseydik, inanın hayatımız çok daha bereketli, işlerimiz çok daha verimli olacaktı. Kitabımızı çok daha güzel anlayacak ve onun istediği hayata yönelme imkânını bulmuş olacaktık.
Kitabımızın bu beyânlarından anlıyoruz ki gecenin bizim için çok büyük bir önemi vardır. Gece çok sakin bir ortamdır. Issız bir çöl-de gündüzün sükûneti yanında, gecenin sükûneti daha fazladır. Veya meselâ bir ormanda yazın bunaltıcı sıcağının altında, sesin soluğun kesildiği bir atmosferde, hayvanların bile kımıldanamadığı bir ortam-daki sessizlik bile, gecenin sükûneti yanında çok daha az kalır. Yani güneş varken insan hayatının devinimi, organizmanın algılaması, hücrelerin, sinirlerinin etkileşimi geceden daha farklıdır.
Öyleyse gece kalkacak ve ağır ağır, mânâya nüfuz ederek, tertîl ile Kur’an okuyacağız. Peki bu işi gündüze aktarma imkânı yok mu? Gündüz okusak olmaz mı bu kitabı? Hayır, çünkü gündüz işimiz var. Kooperatiflerimiz, dükkanlarımız, tezgahlarımız, araba işlerimiz, senet çek işlerimiz var. Gündüz bizi meşgul edenler, bizi zorlayanlar vardır. Dinimizi bozmak, hayatımızı bozmak, programı bozmak üzere zorlayanlar var. Gündüz farklı dertlerimiz, birilerinin bizim dünyamıza girmesi, bizi meşgul etmesi var.
Ama gece öyle değildir. Gece Rabbimizle daha bir baş başa olabiliyoruz. Aceleye gerek yoktur gece. Çünkü bizi bekleyen birileri yoktur, telefon yoktur, randevu yoktur, beklediğimiz yoktur, bekleyenlerimiz yoktur. Meselâ gündüz kişi namaz kılarken, zil çalacaktır, ders başlayacaktır, müşteri girecektir, tören vardır, iş vardır, aş vardır, yemek vardır diye hemen alelacele işi bitirivermeden yanadır ya insan. Ama gece öyle değildir, acele etmesine gerek yoktur. Telefon yok, trafik yok, karmaşa yok, randevu yok, sadece Allah’la beraberlik var. İşte gündüzün bozuk düzen programlarını hayra, hakka çevirebilmek için gece kalkacak ve vahiyle beraber olacağız. Yani gündüzümüz iyi olunca gecemizi Allah’a ayıralım değil, gündüzümüzün iyi olması için gecemizi Allah’a ayırmak zorundayız. Gece kalkıp vahiyle beraber olabilirsek bilelim ki gündüzümüz programsızlıktan kurtulacaktır.
Allah’ın Resulü Allah’tan kendisine gönderilen vahyi gece ken-disi okuyor, ona tabi oluyor ve kendi kendine bu vahyi tekrar ediyordu. Yâni Allah’ın Resulü her gece vahyi kendisine indirgiyordu. Şimdi ona emredilenin aynısıyla sorumlu olan bizlere soruyorum. Acaba her gece bize de vahiy geliyor mu? Her gündüz bize de vahiy geliyor mu? Biz de tıpkı Allah’ın Resulü gibi her gece ve her gündüz vahiyle beraber miyiz? Vahyin gözetiminde ve Kur’an’ın kontrolünde bir hayat yaşayabiliyor muyuz? Ya da isterseniz biraz farklı sorayım; Sizler şu anda, gecenizde, gündüzünüzde kimin vahyine tabisiniz? Kimden vahiy alıyor ve hayatınızı onunla düzenlemeye çalışıyorsunuz?
Diyeceksiniz ki Allah vahyinden başka vahiyler mi var ki onlardan beslenelim? Evet kitabımızın beyânıyla bir Rahmânın vahyi, bir de şeytanın vahyi vardır. Öyleyse bizler kimin vahyine teslim oluyoruz? Yoksa, gecemiz gündüzümüz hep başkalarının vahyine mi teslim olmuş? Yoksa biz başkalarının vahiylerinin kontrolünde bir hayat yaşıyoruz da, Müslümanız diye bir de kendi kendimizi mi aldatıyoruz? Yoksa Allah’tan başka şeytan vahiyleriyle meşgul olup da hayatımızı onlarla mı düzenlemeye kalkışıyoruz? Yoksa A.B.D den, Avrupa’dan, yahudi dünyadan, hıristiyan âlemden, Zerdüştlerden gelen vahiylere mi tâbi oluyoruz? Bu vahiyleri dinliyor da hayatımızı onlar kaynaklı düzenlemeye mi çalışıyoruz? Bunu çok iyi düşünmek ve anlamak zorundayız.
Başka çaremiz yok, her gün bize vahiy gelmelidir. Her gece, her gündüz biz Allah’ın vahyiyle beraber olmalıyız. Her gece ve gündüz bize Bakara, bize Âl-i İmrân, bize Nisâ, bize En’âm inmelidir. Her gece ve gündüz bu Allah vahyiyle beraber olmak zorundayız. Beraber olmak zorundayız ki, bu vahye uyabilelim. Bize her gece ve her gündüz vahiy gelmeli ki, hayatımızı onunla düzenleyebilelim. Allah vahyini tanımalıyız ki, gecemizi, gündüzümüzü, işimizi, aşımızı, hayatımızı onunla düzenleyebilelim. Değilse Allah vahyiyle ilgimizi kesersek Allah korusun o zaman şeytan vahiyleri gündeme gelir ki, onlarla hayatımızı düzenlemek zorunda kalırız.
Eğer hayatımızı düzenlemek üzere Allah’tan gelen vahiyler hayatımıza hakim olmazsa, eğer bu vahiyler bize inmeye devam et-mezse o zaman onlar bizim hayatımıza egemen olamaz ve biz onların egemenliği altında bir hayat yaşayamayız. Başka vahiyler bizim hayatımıza hakim olur ve biz başkalarının kulu kölesi olmaktan kendimizi hiç bir zaman kurtaramayız Allah korusun.
Haber peşinde olanlar bilsinler ki en büyük haber Kur’an’dır.
“De ki; o azîm bir haberdir”
(Sâd 67)
Önünde saygıyla eğilinmesi, durup dinlenilmesi gereken, insanların tümünü, zamanın tümünü, mekânın tümünü ilgilendiren bir haberdir Kur’an. Bizi ilgilendiren, hem bugünümüzü, hem yarınımızı, hem dünyamızı, hem de âhiretimizi ilgilendiren Kur’an’dan başka bir haber yoktur. Söyleyin Allah aşkına, kıyametten daha büyük, daha önemli bir haber olabilir mi? Olmaz değil mi? Yâni en büyük haber, azamet sahibi, önünde saygıyla eğilinmesi gereken, dehşeti, büyüklüğü kabul edilmesi gereken bir haber ancak Kur’andır, Kur’an haberleridir.
Bugün her hangi bir haber programı değil, dünyanın bütün haber şebekelerini meşgul edecek bir haber yayınlansa kaç gün sürer? Ya da kaç kişiyi ciddi ilgilendirir bu haber? En büyük haberler kaç kişiyi ilgilendirir? Veya ilgilenseler bile ne kadar süreyle ilgilendirir insanları? Kaç gün? Kaç ay? Kaç yıl ilgilendirir insanları? Bir yıl, elli yıl, yüz yıl. Öyle olmuş da nitekim sonunda unutulup gitmiş.
Ama bakıyoruz, Kur’an kıyamete kadar bütün insanları, bütün zamanları, bütün mekânları kapsayacak gerçekten azamet sahibi bir haber. Kur’an’ın bize verdiği haberler öyle azîm, öyle büyük ve önemli haberlerdir ki tüm insanları, tüm zamanları ilgilendiren haberlerdir. Ah! Keşke insanlar kendilerine lâzım olmayan haberler peşinde koşacaklarına gerçekten kendilerine lâzım olan haberlere yönelebilselerdi. İnsanlar keşke şu şeytan vahiyleriyle, şeytan vahiylerinin haber programlarıyla ilgilendikleri kadar, Rab’lerinin haberleriyle ilgilenebilselerdi. Hacınızı da, hocanızı da bu şeytan vahiylerinden engelleyemiyoruz. Herkesin evinde şeytan vahiylerini alma aygıtları vardır. Ama şunu söyleyeyim: Kur’an’ın dışındaki haberlere ne kadar zaman ayırırsanız ayırın. Ama mutlaka Kur’an’a zaman ayırın! Beş saat Televizyon okuyor, üç saat gazete okuyor, bir saat tabelâları, levhaları, dükkan reklamlarını okuyoruz da Allah için biraz da Kur’an levhalarını, Kur’an tabelâlarını okumalı değil miyiz?
Okuduğumuz bu kitabın, ilgi kurduğumuz âyetlerin alelâde sözler değil, Allah sözü olduğunu, “Kavlen sagîlâ” ağır bir söz, ağırlığı olan, azameti olan bir vahiy olduğu-nu unutmayacağız.
Okuduğumuz bu kitabın alelâde bir insan sözü, peygamber sözü ya da melek sözü değil Allah sözü olduğunu unutmamalıyız. Kitabımızın bir âyetinin beyânıyla “Kavlen sagîlâ” “Ağır bir söz, ağırlığı olan bir sözdür bu Kur’an. Değer sözdür, değeri olan sözdür. Allah’ın sözü ağır sözdür, ağırlığı olan sözdür. Yani etkinliği olan sözdür Allah’ın sözü. Etkili olan, dinlenen, dinlenmesi gereken, herkesin durup dinlemesi gereken sözdür. Rabbimizin; “Yapın! Yapmayın! Kılın! Tutun! Sakının! İcra edin! dediği sözlerinin tamamı ağırlıklı sözlerdir. Dünyada böyle olduğu gibi, yarın âhirette de ağırlığı karşımıza sunulacak, çıkarılacak bir sözdür bu kitap. Öyle bir söz ki, karşılığı ağır. Öyle bir söz ki, mîzana konulunca ağır. Öyle bir söz ki, tartıya gelmez ağır. Öyle bir söz ki, tüm ölçüleri, tüm ağırlıkları Allah buna göre yapmıştır. Bu söze uygun olan ameller, eylemler ağırdır, bu söze uygun yapılan şeyler ağırdır ve değerlidir. Yani yarın mîzana konulanlar ağır mı, değil mi? Bununla ölçülecektir. Tüm amellerin, tüm kavillerin ölçümünde kriter olan söz budur.
Dünyada bir şeyler yaptınız, bir şeyler konuşup, bir şeyler ortaya koydunuz. Bunların ne değer ifade ettiği? Ne kadar bir ağırlık taşıdığı? Makbul mü, değil mi? olduğu konusunda kıstas olacak, kriter olacak söz Allah sözü olan kitaptır. Yarın tıpkı granit bir levha olarak bu kitap ikâme edilip ayağa kaldırılacak ve tüm ameller bununla ölçülecektir. Bu kitaba uygun olanlar değerli, ağır, ağırlıklı görülürken, uymayanlar da değersiz, ağırlıksız kabul edilecektir. Yani bu söz, bu kitap ağırlık ölçüm birimidir.
Öyleyse Kur’an’ı okurken Allah’la karşı karşıya olduğumuzu, Allah’la konuştuğumuzu unutmamalıyız. Çünkü Allah’a en yakın olan şey elbette O’nun kelâmıdır. Kelâmın sahibinin yüceliğini, yâni mütekellimin azametini bilerek Kur’an’ı okumalıyız. Yine okumak üzere Kur’an’ı elimize aldığımız zaman, onun mübelliği Hz. Muhammed aleyhisselâm ile beraber olduğumuzu da unutmayacağız. Kim ki Kur’-an okuyor, bilsin ki o, Rasulullah ile karşı karşıyadır. İbni Cerir der ki; “Kendisine Kur’an’ın ulaştığı kimse bizzat Muhammed (a.s)'ı görmüş gibidir.” Meselâ bir elçi hükümdarın emrini bir valiye ulaştırıyor. Bu emir o elçinin değil, hükümdarın emridir. Bizler de elçinin ulaştırdığı bu kitapla ilişkiye geçtiğimiz anda Rabbimizle muhatap olduğumuzun bilincinde olacak, sorumluluğumuzu fark edecek ve ona göre tavır alacağız. Haşr sûresi bu hususu şöyle anlatır:
“Ey Muhammed! Eğer biz Kur’an'ı bir dağa indirmiş olsaydık, sen onun Allah korkusuyla baş eğerek parça parça olduğunu görürdün. Bu misâlleri, insanlar düşünsünler diye veriyoruz.”
(Haşr 21)
Eğer bize indirilen bu kitap bir dağın üzerine indirilmiş olsaydı, o dağın, kitabın mütekellimi olan Allah’tan korkuyla paramparça olacağı, kitap karşısında böyle bir durum, böyle bir konum, böyle bir vaziyet alacağı anlatılıyor. Rabbinin kitabıyla, Rabbinin hitabıyla, Rab-binin emir ve nehiyleriyle karşı karşıya kalan o dağın Rabbine divan durarak, boyun bükerek; “buyur ya Rabbi! Emret ya Rabbi!” deme po-zisyonu içinde olacağı haber veriliyor. Göklerin ve yerin sahibini, tüm varlıkların yaratıcısının tanıyarak, kendisini var eden ve ayakta tutanı bilerek, O’nun huzurunda böyle bir teslimiyet göstereceği vurgula-nıyor. Yani dağın Rabbinin âyetlerini algılayarak böyle bir tepki vere-ceği haber veriliyor.
Aslında bir şeyin böyle paramparça olması için onun tüm hücrelerine etki edecek bir darbenin vurulması icap eder. Ve parçalanan şeyin de bu darbeyi algılayacak bir şuurda olması gerekir. Yani şuurlu bir etkileniş, algılanan bir şey karşısında tepki gösteriş söz konusu olmalıdır.
Dikkat ederseniz âyet-i kerimede bir inmeden söz ediyor Rab-bimiz. Eğer biz bu kitabı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık. O zaman inmeyi bir tanımak zorundayız. Meselâ şimdi alalım şu Kur’an’ı, şu ya-kınımızdaki dağa götürelim ve dağın üzerine koyalım. Çok götürdük dağlara bu kitabı, ama hiçbir dağın böyle parçalandığını filan görmedik değil mi? Neden? Çünkü ona inme denmez. Bize de böyle inmediği için, biz de kitapla böyle bir diyaloga girmediğimiz için bize de etkili olamıyor kitap. Hayatımıza inmeli kitap. Mutfağımıza inmeli. Kazanmamıza harcamamıza inmeli. Gecemize gündüzümüze inmeli. Evimize dükkanımıza inmeli. Hayatımızın tümüne indirgemeliyiz bu kitabı. Adım atarken bile bu kitabın sorumluğu altında olduğumuzun bilincine ermeliyiz ki kitap bizim üzerimizde de etkili olabilsin. Değilse işte okuyoruz, tanıyoruz, ama ondan bağımsız bir hayat yaşadığımız, hayatımıza onu indirgemediğimiz, hayatımızı onunla düzenleme kavgası içine girmediğimiz sürece aynı etki bizde olmamaktadır.
İşte bu misâlleri insanlar için örnek veririz, belki onlar bunun üzerinde düşünürler, kafa yorarlar, anlarlar, değerlendirirler de bir netice çıkarırlar diye. Öyleyse Rabbimizin bize sunduğu bu misâl üzerinde ciddi ciddi düşünmemiz, anlamamız ve ders çıkarmamız gerekecektir. Bileceğiz ki bu kitap bir dağ üzerine inmemiştir. Bu kitabın muhatabı bir dağ değildir. Bu emaneti, bu kulluk mükellefiyetini insan kabul etmiş, bu Kur’an insana indirilmiştir. Rasulullah efendimizin göğsüne indirilmiştir. İnsanlığa hidâyet rehberi olarak indirilmiştir. Öyleyse dağlara değil de bize indirilmiş olduğuna göre, bizim de tıpkı dağlar gibi bu kitap karşısında hâşyet duymamız gerekecektir. Çünkü rasgele birisinden gelmiş bir kitap, bir söz, bir yasa değildir bu Kur’-an. Bizi yoktan var eden, bu hayatı var eden, bizim sahibimiz, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın kitabıdır bu kitap.
Öyleyse Rabbimizin bu emirnamesi karşısında derhal el pençe divan durarak; “Emret ya Rabbi! Buyur ya Rabbi! Sen ne istiyorsan! Sen ne buyuruyorsan! Sen nasıl istiyorsan ben aynen yerine getireceğim! Yap dediklerini yapacak, yasak dediklerinden kaçınacağım! Huzurunda bunun için varım! Emir ve nehiylerin karşısında boynum kıldan incedir!” pozisyonu içinde bulunmak zorundayız. Rabbimize ve kitabına karşı bir dağın takındığı, takınacağı tavrı takınmak zorundayız. Allah’ın âyetlerini okumak, öğrenmek, anlamak, duymak, hissetmek, sarsılmak, tavır almak zorundayız. Bütün azalarımızla mütesad-dî olmak zorundayız. Yani tüm azalarımız Allah’ın kitabından, Allah’ın buyruklarından etkilenmeli, şekillenmeli ve harekete geçmelidir. Allah’a saygımızdan, Allah’a haşyetimizden ötürü bu kitabı aracılığıyla O’ndan gelecek emir ve nehiylere mutlak bir teslimiyet içine girmeliyiz.
Çünkü Rabbimizin kitabı bu kadar azametli, bu kadar ağırlığı olan bir kitaptır. Mahlukât üzerinde bu kadar ağırlığı, bu kadar dehşeti olan, dağların bile azameti karşısında tahammül edemeyeceği, tuz buz olacağı bu kitap, tarih içinde insanlar üzerinde de öylesine inkılâplar, öylesine değişimler gerçekleştirmiştir ki, dağlar gibi toplumlar, dağlar gibi milletler bu kitap karşısında erimek zorunda kalmıştır. Bu kitap nice insanların, nice toplumların kayalar gibi katı kalplerini eritmiş, düşüncelerini değiştirmiş, alışılmış hayatlarını sarsmıştır. Cehalet içinde kıvranan nice nesilleri meleklerin üstüne çıkarmış, nice insanların ölü kalplerini diriltmiş, nicelerini hayata kavuşturmuş, nicelerini fıtratlarına döndürmüştür bu kitap.
Eğer Rabbimiz kelâmının azametini, seçtiği şu harfler, kelimeler ve seslerin kisvesi altına gizleyip öylece indirmemiş olsaydı, yerler, gökler, arş, kürsi O’nun kelâmının azametine asla tahammül edemez ve her şey helâk olurdu. Kendisinden çok daha büyük varlıkların bile tahammül edemeyecekleri Allah kelâmına insanın tahammül etmesi nasıl mümkün olabilir? Elhamdülillah ki Rabbimiz kelâmını ona tahammül edebileceğimiz bir kısım harf ve kelimelerin arkasına gizleyerek göndermiştir. O halde bu kitaptan istifade edebilmek için bu kelâmın azametini iyi anlayacak, gerek kelâmı, gerekse o kelâmın mütekellimini ta’zim ederek okumaya başlayacağız.
Unutmayacağız ki bu sözler, herhangi bir insan sözü değildir. Bu sözler gökleri, yeri, göktekileri ve yerdekileri yaratan, canlı cansız her şeyin sahibi ve maliki olan, her şeye egemen olan şânı yüce Allah’ın sözleridir. Bu kitabı okumak için eline alan kişi hem bedenini, hem de kalbini bu sözlerin sahibinin azametine hazırlamak zorundadır.
Rivâyet edilir ki, İkrime (r.a) efendimiz okumak için Kur’an’ı her eline alışında üç defa; “Hâzâ kitabu Rabbî” “Bu benim Rab-bimin kitabıdır” der ve Allah kelâmına muhatap olmanın heyecanıyla bayılırdı. İşte bu, kelâmı ve kelâmın sahibini ta’zimdir ve böyle yapanlar ancak bu kitaptan istifade edebileceklerdir.